Sanat kendi başına bir dünya olarak var olabiliyorsa bunu, herhangi bir şeyin ona dahil olabilmesine borçludur. Bu kitapta ileri sürülen savlardan biri işte bu. Sanatın algılanması, hissedilmesi ve yorumlanmasına ilişkin bir rejimin nasıl olup da güzel sanatlar fikriyle taban tabana zıt gibi görünen imge, nesne ve performanslara yer açmak sonucunda kurulduğunu ve dönüştüğünü gösteriyor: janr (yahut sıradan gündelik hayat) resminin bayağı figürleri, en yeknesak işlerin kâfiye düzeninden bağımsızlaşmış nazımda yüceltilmesi, konser salonu varyeteleri, fabrika binaları ve makine ritimleri, mekanik bir araçla çoğaltılan tren ve gemi dumanları, yoksulların yaşamının parçası olan süs eşyalarının listelenmesinde sergilenen müsriflik. Sanatın, tekdüze dünyanın bu müdahaleleri karşısında yıkılmak şöyle dursun, olay örgüsüne, biçime ve resme özgü ideal düzlemi hareket, ışık ve bakışla takas etmek suretiyle kendini nasıl sürekli yeniden tarif ettiğini; her bir sanat dalını tanımlayan özellikleri ve sanatın bütününü tekdüze dünyadan ayıran sınırları muğlaklaştırmak suretiyle kendine ait alanı nasıl kurduğunu gösterir.
İncelediğim 14 epizotu yalnızca yazı sanatından değil, aynı zamanda görsel sanatlar, sahne sanatları ve mekanik biçimde çoğaltmaya dayalı sanatlardan seçtim. Bu sahneler bize şu veya bu sanat dalı içerisindeki dönüşümlerden ziyade, belli bir sanatsal tezahürün sanat paradigmalarında nasıl bir değişimi gerekli kıldığını gösteriyor. Her bir sahne, tekil bir olayı ortaya koyuyor ve emsal niteliğinde bir metin etrafında bu olayı anlamlandıran yorumlama şebekesini araştırıyor. Söz konusu olay, bir tiyatro temsili, bir sözlü sunum, bir sergi, bir müze veya atölye gezisi, bir kitap yahut filmin piyasaya sürülüşü olabilir... Burada ele alınan düşünce sahneleri kırık bir heykelin nasıl mükemmel bir yapıt haline gelebildiğini, bitli çocukların görüntüsünün nasıl olup da İdeal’in temsiline, takla atan palyaçoların nasıl şiirsel uzayda bir kaçışa, bir mobilyanın nasıl bir tapınağa, bir merdivenin bir karaktere, yamalı bir tulumun prenslere layık bir giysiye, bir tülün kıvrımlarının bir kozmolojiye, ve hızlandırılmış bir montajın komünizmin hissedilir gerçekliğine nasıl dönüşebildiğini gösteriyor. Bu başkalaşımlar bireysel birer fantazi değil, “sanatın estetik rejimi” olarak adlandırmayı önerdiğim bu algı, duygulanım ve düşünce rejiminin mantığıdır.
Jacques Ranciere